27 Şubat 2017 Pazartesi

Meteorlar gizli atom bombası olarak kullanılabilir..!

Meteorlar gizli atom bombası olarak kullanılabilir..!


Evet arkadaşlar bu komplo teorisini ilk kez benden duyuyorsunuz. Delice düşünmek için deli olmak lazım. E delilik de bende fazlasıyla var tabi ki...

Hepimizin bildiği gibi atom bombaları çok güçlü ve tahribat gücü oldukça yüksek süper bombalardır. Hiroşima ve Nagazaki'ye atılan atom bombalarını hepimiz duymuş ve o korkunç manzarayı görmüşüzdür. Günümüzde bu tür silahları kullanmak savaş suçu olarak kabul edilip imzalansa da hali vakti yerinde tüm ülkeler bu bombaları yapıp himayesinde bulundurmayı da ihmal etmiyor. Hem atom bombası atılan yerden de 150 200 yıl hayır gelmiyor. İşte burada doğal atom bomları devreye giriyor. Hem de hiç suçlu konuma düşmeden. Nasıl mı?  Anlatayım o zaman...

10 tonluk bir meteor dünyaya çarptığında bu patlamanın gücü 300 kilo ton oluyor yani, 1945 yılındaki Hiroşima atom bombası patlamasından yirmi katı..! 20 tane Hiroşima yok edecek olan bir gök taşı bu... Doğal yollardan dünyamıza çarptığı zaman bu meteor 20 atom bombası gücünde atmosferde patlıyor ve parçaları dağılıyor. Rusyaya düşen meteor parçaları da bu şekilde oldu.. Hem neden Rusya..?! Sizce bu bir saldırı olabilir mi..? Bu teknolojiyi elinde bulunduran, mesela Amerika diyelim, Rusya'ya meteor bombası salmış olabilir mi..?

Bence bu çok mümkün. Uzay madenciliği adı altında aslında meteor bombası yapma peşindeler bu kaçık düşmanlarımız. Bizi meteorlardan maden toplayacağız diye kandırıyorlar. halbuki meteorlara yönlendirici roket bağlayıp bunu bir nükleer bomba gibi kullanmak istiyorlar. Bir meteorun yönünü roketler bağlayarak değiştirmek gayet mümkündür.

Ülkemize yönlendirilecek 10 tonluk bir gök taşı, Marmara ve Ege'yi dümdüz edebilecek güçtedir. E bu akılamaz korkunç olay olduğunda ise hiçkimse bunun bir insan eliyle yapıldığına inanmayacak. Kader, Allah'ın işi, lanetlendik, ilahi uyarı gibi hava civa lafları ile kurtulabilenler kendini avutacaktır. Elbet de her şey Allah'ın iradesi ile olmaktadır. Zaten bu korkunç aklı da Allah düşünen insanlara veriyor. Yok bu müslüman buna torpil yapayım, yok bu hıristiyan buna da biraz vereyim demiyor. Düşünen herkese akıl veriyor...

Valla iyi bir komlo teorisi oldu. Akla mantığa da hiç aykırı değil. Asla, asla demeyeceğiz...

DÜŞÜNCENİN KAYNAĞI VE BİOENERJİ

DÜŞÜNCENİN KAYNAĞI






Evrenin düşünerek yaşayan, görünür tek canlısı insandır. Düşünmek, irade etmek, şuura varmak, tahlil ve analiz yapmak; insan olmanın en önemli vasıflarındandır. Biz istesek de, istemesek de düşünen bir varlığız. Var olmanın bilincini ancak düşünerek anlarız. Peki nedir bu düşünme yetisi...?

Beynimizde sürekli bir çağrışım, bir plan, bir hayal, bir duygusallık, bir takıntı, bir istek ve dinmeyen bir fırtına girdapları tecelli eder. Bunun kaynağı sadece beynimiz mi? Yani bu düşünce kıvılcımlarını beynimiz mi çakıyor. Ben kitaplarda yazılan klasik bilgileri papağan gibi ezbere sergilemeyi sevmem. Bilgiyi yoğurup, ürün haline getirmeyi severim. Peki, neden kitaplar, düşüncenin kaynağını bize yazmıyor. Neden Descartes'in aslında ne demek istediğini anlamıyoruz.

Konunun özüne dönelim... Evdesiniz ve radyo dinliyorsunuz. Radyoda, müzik yada bilimsel bir mecmua dinliyorsunuz. Bütün her şeyi radyodan duyuyorsunuz. Peki bu ses ve bilgileri, radyo kendisi mi üretti; yoksa kaynağını dışarıdan alarak mı size aktardı..? Elbette ki radyo, havadaki frekans dalgaları olmadan, size veri aktaramaz. O havadaki frekanslar binlerce değişik aralıklardadır. Siz radyonuzu hangi frekansa ayarlarsanız, size o frekansıdaki verileri aktaracaktır. İşte insan beyni de aynı radyo gibidir, Havadaki tüm olumlu ve olumsuz dalgaları analiz eder ve benimser.

Beyniniz hangi dalgayı almaya elverişli ise, o dalga ile meşgul olursunuz. Bu tezden şu sonuç çıkıyor; İnsan düşünüyor fakat, düşünceyi üretmiyor; düşünceyi analiz edip seçiyor. Güneşin dünyaya yaydığı ışık gibi, bilgi her yerde. Yeter ki, o ışığı algılayabilelim. Kimse yarın ne düşüneceğini tahmin edemiyorsa, hayır kardeşim; düşünce bizlere bir yerlerden akıyor.

BİOENERJİ



İnsan bedeninin hep manyetik bir guc ve telekinetik bir frekans yaydigini dusunmusumsur. Her insanin kensine ozel bir tiresim ve enerji frekansi vardir. Bu frekanlar sartlara ve ruh haline gore de kucuk ritmik degisikliklere ugrayabilir. Esasinda kisinin bedeni titresim yaydigi gibi cevresindeki enerji titresimlerini de algilar ve bu titresimler, kendi titresimlerini de etkiler. Oyle bir zaman olur ki, bu titresimler arasinda enerji alisverisi olur. Burda mesafe onemli bir faktor degildir ama titresimin cogu alin ve goz cevresinde yayildigi icin, yakinlasmada had safhaya varir.



Bioenerji yani bedenimizin yaydigi enerji cansiz maddelere de nufuz eder. Bazen ise maddelerden bedene enerji akisi olur. Bu enerji faydali veya zararli da olabilir. O anki enerji uyumuna baglidir. Ornegin bazi sokak lambalarinin altindan gecerken, lamba yanik iken sonuyor veya sonuk iken yaniyor. Bu durum her lambada olmuyor tabi. Tamam, lamba arizali olabilir veya isinininca kapanabilir. O teknik detayin farkindayim ama bu tetikleme mekanizmasininin sadece lambaya ozgu oldugunu dusunmuyorum. Buna defalarca sahit olmusumdur. Tesaduf de bir yere kadar... Yaptigim her denemede o lambaya yaklastigim zaman sonuyor. Sonuk ise yaniyor. Bu ornekle ozel biri oldugum imasinda bulunmuyorum. Yaptigim arastirmada bircok insan bu hadisenin defalarca basina geldigini yazmistir. Bu konu kuantum fizigi dalini ilgilendirebilir. Bize bilim diye dayatilan tabular, bu gibi hadiselerin bilim disi oldugunu soyler. Halbuki insan bedeninin enerji yaydigi bilimsel bir gercektir. İronik oldu :)) hem bilimin tabularindan bahsettim, hem de bilime sigindim... Ama gercek bilimin farkinda olmaliyiz. Bilim kimsenin tekelinde olmamalidir.

Kuantum fiziginde bir atom molekulu ayni anda farkli yerlerde goruluyor ve enerji yayiyor ise, insan bedeni neden yaymasin, degil mi..?

25 Şubat 2017 Cumartesi

Korku Nedir ve Neden Korkarız..?

Korku Nedir ve Neden Korkarız..?


Korku hakkında yaptığım araştırmalarda çok farklı tanımlamalar ile karşılaştım. Kimileri korkunun beynimizin bir ilüzyonu olduğundan, kimileri bilinçaltına işleyen dışardan öğrenilmiş edinimler olduğundan dem vurmaktadır. Ben de kolları sıvayıp gerçek manada "korku nedir" ne değildir çerçevesinde bir şeyler yazayım dedim.

Edinilmiş lokal korkular kişiye göre değişir. mesela kedi gibi sevimli bir hayvandan korkmak, edinilmiş bir korkudur. Bu korkular bilinçaltının bize vermiş olduğu ikazlardır. Evrensel korkular bizim asıl konumuz olacak...

İnsanların yaklaşık yüzde 90 ından fazlası örümcek, akrep ve yılanlardan korkarlar. Bu evrensel ve genetik bir korkudur. Ben bilginin de genetik olarak bir sonraki nesillere aşılandığına inananlardanım. ilk önce işin normal ve fiziksel kısmını açıklayacağım. daha sonra kuantum ve paranormal kısmına kısaca değineceğim. Normal şartlarda korku insan bedeninin bir savunma mekanizmasının amigdala vasıtasıyla uyarılmasıdır. Amigdala beynimizin korku ile alakalı işlerinden sorumlu olan bir beyin organıdır.

Sosyal, psikolojik ve nesnel fobileri olanları bir kenara ayırır isek, korkular insanların genlerine kodlanmıştır. Bir bebeği çok sevimli bir kuş ile bir kaç sefer canını acıtırsanız, bu bebekte kuş fobisi oluşabilir. O yüzden edinilmiş fobileri bir kenara ayırıyorum. Bunları teşhis ve tanımlaması çok basit. Asıl zor olan evrensel korkuların kaynağıdır.

Korku da tıpkı gülmek, ağlamak, üzülmek ve sevinmek gibi evrensel bir duygudur. Bir insanın karda yürürken kayıp düşmesi, insanların yüzde 90 ından fazlasında tebessüm ve gülmeye neden olur. Ama bu karda ayağı kayan insanın kolu kırıldığında aynı insanlar yine bu duruma üzülecektir. Bu ise sahip olduğumuz ortak duyguların ayrıca genlerimize kodlandığını gösterir.



İşin en zor kısmına gelecek olur isek; Ortak korkularımız aslında bize son derece tehlikeli ve düşman olan görünmez yaratıkların varlığıdır. Bizim beş duyu organımızın göremediğini başka bir hissimiz bunları sürekli görür ve algılar ama bu durumdan bizi haberdar etmez ve gizli bir arşive saklar. Bu görünmez yaratıklara benzeyen örümcek, yılan veya akrep gibi bizim algılarımıza göre korkunç olan canlılar, aslında bize tehlikeli olan kuantum canlılarına benzemesindendir. "Kuantum canlıları" tabirini sanırım ilk ben kullanıyorum ama bu olgu kesinlikle var. Bilim adamıyım diye geçinenler istedikleri kadar cinler şeytanlar yoktur desin ama bu yaratıklar var... Hem de varoğluvar...

Kuantum aleminde dünyaya gelmeden evvel hepimiz bir vücutta var idik. O vücut ile gözlemler yaptık ve bazı şeyler yaşadık. Bu bilgiler o anki hafızamızdan alınıp, genlerimize kodlandı. Aslında biz hem bu dünyada hem de kuantum dünyasında yaşıyoruz. Kuantum dünyasında bize zarar veren yaratıkları, bu dünyada benzerlerinden korkmamıza neden oluyor. Kuantum fiziğinde bir atom aynı anda farklı yerlerde bulunabiliyor ise, bu canlılar için de geçerlidir.

Korkularımızdan korkmamalıyız. Onlar her zaman bizim savunmamızı güçlendiren duygulardır. Bize zarar veren yapay korkulardır. Yılandan akrepten ve örümcekten korkuyorsan, uzak dur onlardan... Korkmuyorsan zaten kuantum dünyasında onları alt etmişindir...

24 Şubat 2017 Cuma

Uzayda Yalnız Değiliz

Uzayda Yalnız Değiliz


Bilindiği üzere NASA'nın Spitzer Uzay Teleskopu kullanılarak ve dünyada bulunan gözlemevlerinden yararlanılarak tespit edilen yeni gezegenler Dünya'dan 39 ışık yılı uzaklıkta yer alıyor. Bu da uzayda kesinlikle yalnız olmadığımızın bir kanıtı nitelikte.

Geçmiş medeniyetlerin dunya dışı varlıklarla ilişkisini yapmış oldukları eser ve bulunan kalıntılardan anlayabiliyoruz. belki de eski antik medeniyetler bu gezegenlere bizlerden önce varmışlardır. Sümerler, Mayalar, İnkalar ve Mısır medeniyeti eserlerinde insanüstü figür ve eserler görmekteyiz. Bu medeniyetler arasında en çok Sümerler öne çıkıyor. Acaba diyorum Sümerler dünyamızı olası bir uzaylı işgalinden kurtarmış olabilir mi? Ya da uzaylılara ait bir gezegeni işgal edip orada koloni bir medeniyet kurmuş olabilir mi?

Işık hızını eski medeniyetlerin geçtiğini düşünüyorum. Sanırım bu gezegenlere ulaşmamızın kuantum fiziği açısından bakar isek; bu enerjinin kaynağı bizim var olma enerjimizde. Yani biz gezegenleri keşifle uğraşırken kendimizi keşfetmiyoruz. Kendi bedenimiz ve beynimizin neler yapabileceğini henüz bilmiyoruz. Düşünce gücü ile ışık hızını geçebileceğimize inanıyorum. İnsanoğlu aya baktığında aslında düşünsel olarak aya gitmiştir. Siz bile dışarı çıkıp aya bakıp düşünceleriniz harekete geçiyor ise, aydasınız demektir. Önümüzdeki tek engel bu düşünce gücünü kullanabilmektir.

Kuantum fiziğini çözdüğümüz an ve atomaltı parçacıklarının davranışlarını anladığımız an, bizim 40 ışık yılını kat edecek yolu 40 yıl boyunca düşünmeye gerek kalmayacak. Unutmayalım; her şey enerjidir ama her şeye enerji veren bizim algılarımızdır. Şuurlu varlıklar olmasaydı evren kesinlikle var olmazdı

GeZo

22 Şubat 2017 Çarşamba

Hayvanlar Uzaylıları Görebiliyor Olabilir mi..?

Hayvanlar Uzaylıları Görebiliyor Olabilir mi..?



Bildiğiniz gibi güve ve kelebek kanatlarında çeşitli hayvan figürleri ve gözleri olur. Hatta bazı güve türleri kanatlarına atmaca, şahin ve baykuş yüzü desenini verip, kendisini avlamak isteyen kuşları bu şekilde caydırır.

Bu resimdeki güve şekli çok dikkatimi çekti. Çembere aldığım bölümde bir uzaylı yüzü görülmektedir. Alttaki dikdörtgene aldığım yerde ise başka bir formda görülmektedir. Eğer bu güveler gerçekten uzaylı figürünü kanatlarına işleyebiliyorlar ise, uzaylı yaratıkların kuşları avladığını gösterir. bu da demek oluyor ki, uzaylı yaratıklar, hayvan şeklinde de dünyada geziniyorlar. Ama biz insanlar bu yaratıkları her zaman göremiyoruz.

Bazen kedilerimizin kuşlarımızın aniden huzursuzlandıklarını görürüz. Atlar aniden kişner, horozlar garip sesler çıkarır, kediler bir noktaya odaklanır, köpekler saldırganlaşabilir. Garip ama ben bunu uzaylı arkadaşlarıma bağlıyorum. Evet bunu ispatlayacak bir delilim yok ama şu güve bir nebze de olsa beyin fırtınası yapmamıza olanak veriyor

21 Şubat 2017 Salı

Valles Marineris Kanyonu Nasıl Oluştu?

Valles Marineris Kanyonu Nasıl Oluştu?


Evet arkadaşlar dün gece Valles marineris kanyonu hakkında düşüncelerimi anlatmıştım. Sanırım dün tam olarak düşüncelerimi sizlere aktaramadım. Ben de kendi elimle bu simulasyonu görsel olarak hazırlayıp sizlere sunuyorum.

Astronomlar ve gök bilimciler bu kanyonun bir akarsu yatağı veya tektonik depremlerden oluştuğunu söylemektedirler. Ben ise, tam aksine bu kanyonun bir gök taşı sıyırması nedeni ile meydana geldiği düşüncesindeyim...

Similasyonda gök taşı mars'ı adeta bir traktörün tarlayı kazması gibi kazıyor. Bu kazı esnasında yoluna devam ederken büyük bir ihtimalle marsın sert bir dağına tosladı ve orada parçalanıp etrafa dağıldı. Bu meteor ile dağın çarpışması öylesine kuvvetliydi ki, dağın arkasında geniş bir çatlak alan damarları oluştu... teori ve tezim budur...

19 Şubat 2017 Pazar

Bulutların Havayı Temizleyip Filtre Görevi Gördüğünü Biliyor muydunuz?

Bulutların Havayı Temizleyip Filtre Görevi Gördüğünü Biliyor muydunuz?



Bazen huzur verici bazen korkutucu ve bazen de yağmur müjdecisi bulutları hepimiz görmüşüzdür. Bulutlar her mevsim gökyüzünde çeşitli şekillerde durmaksızın süzülüp dururlar. Bulutlar ekosistemin olmaz ise olmazı ve bel kemiğidir. Bulut demek, yaşam döngüsü demektir. Okyanus, deniz ve göllerden buharlaşan su tanecikleri sıcaklığın itmesi ile yukarı doğru çıkar ve havada nerede ise erir ve görünmez nem şeklini alır. Ne zaman ki belli bir yüksekliğe çıktı; işte o zaman tekrar buhar, yani yoğunlaşarak bulut şeklini alır. Daha soğuk durumda buharlar su taneciklerine dönüşüp yağmur, kar veya dolu şeklinde yağarlar. Su buharı sadece su kaynaklarından oluşmaz tabi ki. Bitki ve canlılar da su tükettiği gibi, su buharı da oluşturur.

Gelgelelim bulutların bilmediğimiz başka bir faydasına... Yukarıda belirttiğim bulutların faydası sadece yağmur ve bize gölge yapmaktan ibaret değildir. Bulutlar aynı zamanda difüzyonu da önler. Yani havanın ayaz olmasını önler. Kışın bulutsuz havalar bulutlu havalara göre daha soğuk olması bu nedenledir. Bitti mi? Bitmedi tabi ki. Bulutlar havayı süzüp bize temiz bir hava sunar. Havadaki tüm partükulleri bünyesinde toplayıp, yağış ile birlikte aşağı indirir. Dikkat ederseniz yağmur sonrası daha hoş bir nefes alırız. İştre bunu yine yağmura borçluyuz. Bulutlar rüzgar yardımı ile hareket etmeyip havada asılı kalsaydı hava yoğunluğu ve partikül çokluğu artar ve soluduğumuz hava zorlaşır. Yaz mevsiminde havada asılı kalan ve difüzyonu önleyen bu asılı bulutlar nem ile birlikte nefes almamızı zorlaştırır. Ta ki yağmur yağana kadar ve kuvvetli bir rüzgar esene kadar. Demek ki havayı temizlemek için bir de bu süngeri tutacak bir kol gücüne ihtiyaç var. işte bu kol gücü de rüzgarın kendisidir. E peki rüzgar nasıl meydana gelir? Dilerseniz onu da başka bir konuda anlatayım :))

18 Şubat 2017 Cumartesi

Yalnız Gezegen


  • Bloğumdaki tüm makaleler orjinaldir ve hiçbir yerden alıntı olmayıp kendi düşünce ve bilgi birikimimin ürünüdür
  • Bilim ve teknoloji ağırlıklı bir blog olmasının yanısıra; merak edilen ve gizemli olan hangi konu var ise o konu hakkında yayınlar yapmaya çalışırım. Uzay ve Astrofizik asla vazgeçilmezimizdir. 
  • Bilim yolunda asla sapmadan doğruya gideriz
  • Başkaları ne der'den çok başkaları da ne düşünüyor, bakış açısıyla olayları değerlendiririz
  • Efsane ve hurafelere burada yer yoktur.
  • Günümüzün ve geçmişimizin saygın bilim adamları referansımızdır.
  • İdeolumüz; Nikola Tesla, Albert Einstein ve Isaac Newto'dur
  • İçeceğimiz; tabi ki çaydır☺

16 Şubat 2017 Perşembe

EVRENDEKİ YER ÇEKİMİ DALGALARI NE ANLAMA GELİYOR..?




Evrenimiz bilinmezler ve sırlarıyla birlikte insanoğlunun aklını cezbetmeye devam ediyor... Bilim insanları, yer çekimini ve evreni anlama yolunda muazzam bir keşif yaptıklarını açıkladı. Açıklamalarında; iki büyük kara deliğin çarpışması esnasında muazzam bir çekim dalgası evrene savruluyor. Bu savrulma tıpkı bir suya aynı anda atılan iki taşın suda meydana getirdiği dalgalara benzetiliyor.

Varılan sonuçta, bu dalgaların ışık hızında ilerlediği, herhangi bir korezyon veya değişime uğramadığı, ilk andaki gibi taptaze kaldığı, Evrendeki kütlelerden bir camdan geçer gibi geçtikleri, herhangi bir kütle tarafından emilip saçılmadıkları ifade ediliyor...

Keşfi yapan Ligo İşbirliği adlı uluslararası ekibe buradan teşekkür ediyorum. Gerçekten de devrim gibi bir buluş. Ancak daha önce bu buluş,  Einstein tarafından ortaya atılmış bir teoriydi ve şimdi bir kez daha Einstein Ustadımızın haklı olduğunu görüyoruz.

UZAYDA BOŞLUK DİYE BİR ŞEY YOKTUR

Bu buluş neticesinde vardığım kanı; Evrende zerre kadar bir boşluğun olmaması... Ortada bir dalga var ise, bu dalganın oluşumuna zemin hazırlayan bir olgudan bahsetmek gerek. Nedir bu dalgaların hareket etmesine zemin hazırlayan olgu...? İşte karşımıza yepyeni bir çözülmesi gereken soru daha... Nedir bu evreni çepeçevre kuşatan plasenta veya amniyon sıvısı gibi yıldız ve gezegenleri besleyen bu kuşatıcı...?

Bu dalgaların minyatürünü taklit edebilir isek; teleskop ile güneşin arkasına gitmeden, güneşin arkasını görebiliriz. Çünkü bu dalgaların delip geçmediği bir madde yok. Sorun şurda; peki nasıl dizginlenip kontrol altına alınacak..? İşte bu sorunun cevabını bilmek için, bilim adamlarını hummalı bir çalışma maratonu bekliyor...

Şimdilik bildiklerim bunlar arkadaşlar. Yeni bilgilere ulaştığım zaman sizlere daha aydınlatıcı ve açıklayıcı bir makale yazarım İnşallah..

Yıldızlar ölerek çoğalıyor..!

Yıldızlar ölerek çoğalıyor..!



Evet arkadaşlar; her ölüm bir eksilmedir ve canlılardaki ölüm vakaları sayıda azalmaya yol açar. Bizler diri iken üreyebilen varlıklarız. Öldüğümüzde ise, artık bir canlı olma vasfımızı kaybetmiş ve çürümüş bir toprak parçası ile kemik yığını olarak doğada bir süre daha kalırız. Esasında her canlının ölümü başka canlıların oluşumuna zemin hazırlar. Dünyadaki ekolojik sistem bu yönde çalışmaktadır.

Yıldız oluşumları nebulalardan meydana gelir. Bu gaz bulutları yıldızarı ve diğer kırıntılarla da gezegenleri oluşturur. Jupiter ve saturn de buna bir örnektir diyebiliriz. Kaya gezegenler de bu bulutsuların tortularından veya yıldız parçalarından meydana gelir.

İşin asıl can alıcı yanı bir yıldız öldüğünde nebulaya dönüşür ve bu sadece bir yıldızın ortada bıraktığı enkaz bulutsuda binlerce hatta yüzbinlerce yeni yıldız doğar. Bu da demek oluyor ki evrende her saniye yıldız sayısı katlllanarak devam etmektedir. Yani bir yıldız öldüğünde yerine yüzbinlerce yıldızı oluşturacak tohumlar bırakıyor.

Bu kadar büyük ve genişleyen bir evreni de ancak bu olağanüstü sistem doldurabilir. Gerçekten muhteşem bir döngü....

15 Şubat 2017 Çarşamba

Evrende Durağanlık Yoktur

Evrende Durağanlık Yoktur  

Evrende hareket halinde olmayan hiçbir madde yoktur. makrodan mikroya kadar bütün madde hareket halindedir. Maddenin en çok sevdiği hareket tarzı ise dönmektir... Atomaltı parçacıklarından tutun da galaksilere kadar; hatta evrenin kendisine kadar dönmektedir.







Uzay, yani evren kesinlikle boşluktan ibaret değildir. Evrenin hiçbir noktasında boşluk ve karanlık yoktur. Evren sabitliği kabul etmez çünkü zaman buna müsaade etmez. Evren ve madde zamana tabidir. Madde zamana şekil veremez. Zaman, evrenin yegane enerjisidir. Ama zamanın enerjisini nereden aldığını bilimsel olarak kanıtlayamıyoruz.

Nedir bu evrendeki maddelerin dönme aşkı ve meyilli..? Gezegenlerden tutun da yıldızlara ve galaksilere kadar bütün nesneler ha bire dönüyor ve bu devasa dönen nesnelerin atomik yapıları da kendi çekirdekleri etrafında dönüyor.

Buyük patlamada  “açısal momentumun korunumu” nasıl olur da açısını belirleyebildi..? Dünyamızı durduracak kuvvet yok ise, peki ben neden yukarıda evrende boşluk diye bir şey yoktur dedim. Kendimle çelişmiyorum; aksine bu tezlerimi destekleyecek bazı düşüncelerim var. Eğer uzayda bizim anladığımız manada boşluk olmasaydı belli bir süre sonra sürtünmeden dolayı dünyamız ısınıp yanacaktı.

Isaac Newton’un ‘Hareketlerin Kanunları’ isimli kitabında belirttiği gibi eğer bir şey hareket ediyorsa ve ona hiçbir dış kuvvet etki etmiyorsa hareketine sonsuza kadar devam eder. diyor. Buna tamamen katılıyorum. Ama dünyamızın dönmesine yardımcı olan başka bir enerji var uzayda. Bazı bilim adamları buna karanlık enerji demektedirler. Sanırım bu karanlık enerji teorisi tamamen gerçek bir olgu.

Buna rağmen, dünyamıza ters etki edecek bir enerji ile karşılaşmadıkca; dünyamız belli bir süreye kadar daha dönmeye devam edecektir.

Uzayda Seyehat Eden Güneş Sistemimiz

Uzayda Seyehat Eden Güneş Sistemimiz




Atom parçacıklarından tutun da galaksilere kadar her evren elemanı hareket etmektedir. Evrende asla durağanlık ve sabitlik yoktur. Bizlere okulda dünyamızın döndüğü, dönerken de güneş sistemi yörüngesinde döndüğü ve güneşin de kendi ekseninde döndüğü anlatılırdı. Aslında doğru ama eksik bilgi...

Güneş sistemimiz de dönüyor ve hareket ediyor... Hem de saatte 70 bin km hız ile...  Yani güneş de tüm gezegenler de durdukları yerde dönmüyorlar, kendi etraflarında, güneş etrafında ve güneşle birlikte samanyolumuzun merkezinin etrafında dönüyorlar. Bu muhteşem mekanizmanın çarkı hiç bozulmuyor ve nizamda milimetrik sapmalar da olmuyor..! DNA larımız da spiral bir biçimdedir. Zaten hep söylerim; insan evrenin bir özetidir diye...

Zaman mef'umu olmasaydı her şey 0 (Sıfır) boyutunda olurdu. Zamanın da bir akışı vardır. Ayrıca tıpkı insan kulağının ve gözünün duyup göremediği dalgalar gibi, zamanın minumum ve maksimum dalgalarını görüp hissedemeyiz. Güneş aniden yok olsa bile bunun ancak 8 dakika sonra farkına varabiliriz. Hatta milyonlarca ışık yılı önce yok olmuş kuasarların, yıldızların görüntüsünü görüyoruz...

Konuya dönecek olursak; evrende sabit olan hiçbir şey yok ve her şey hareket halinde. Güneş sistemimiz uzun bir yolda hareket ediyor. Aslına bakarsanız evrenimiz de dönüyor ve hareket ediyor. Bizim evren, milyarlarca evren içinde sadece bir evrendir. Hatta evrenimiz başka bir evren yanında, evren içinde dünya gibidir. İşte bu kadar muazzam ve koca bir alemdeyiz ve bir o kadar da muhteşem..!

14 Şubat 2017 Salı

Momentumun korunumu ve Yörünge

Momentumun korunumu ve Yörünge



Eğer uzay sartlari yasamamiza elverseydi; tepe buyuklugunde bir gok tasi uzerinde yurudugumuz zaman, hicbir zaman kendimizi basasagi durmus hissetmeyecegiz. Gok tasinin kutle cekimi bizi kendine dogru cekeceginden, uzaya da savrulmayacagiz.

10.6 km uzaklıktan, The OSIRIS narrow ve wide angle kameralarıyla çekilen fotoğrafda 67P'yi gormektesiniz. Bu gok tasinin neresinde yururseniz yuruyun, yildizlar hep yukarinizda olacaktir. İste dunyamiz da boyledir. Kuzey yarim kurede olanlar ile guney yarim kurede olanlar arasindaki tek fark, cografi konumdur. İki taraf da gogu basinin ustunde gorur. Yani ayagimiz goktasinin bir tumsegine carpsa, uzaya bosluguna degil, yine gok tasinin uzerine dusecegiz. Uzayda asagi yukari kavrami yoktur. Bu kavram, bulundugumuz sabit mevkiye gore refere edilir.

Ha, şunu da soyleyeyim; eger vucut agirligimiz bu gok tasinin onda biri ila onda dordu kadar olsa idi ayagimiz tumsege takildiginda sonsuz bir dususe gececektik. Yani bu gok tasinin etrafinda donen bir uydu olacaktik...

13 Şubat 2017 Pazartesi

PERU VE GİZEMLİ YAPILAR

Peru'daki gizemli şekilleri hepiniz biliyor veya çeşitli kaynaklardan görmüşsünüzdür. Bilim adanları henüz tam olarak bu çizgilerin gizemini çözemese de; kimi bilim insanı ve araştırmacılar bu çizgilerin bir uzaylı pisti olduğunu söylemektedirler. Dikkatimi çeken ise kayalık bir tepeye çizilen bu insanımsı figür oldu. Çoğu bilim sitelerine baktım bu insanımsı çizim hakkında uzaylı olmadığı, aksine inkaların bunun balıkçı bir adam olduğunu söylemektedirler. Halbuki resmi yakından izleyip analiz ettiğimde gerçek görüntünün korezyona uğradığı ve çeşitli perspektif hatalarına yol açtığını gördüm. Resmi filtrelediğimde belirgin olmayan çizgiler ön plana çıktı ve üzerini çizerek belirgin hale getirdiğimde karşıma tam bir uzaylı figürü çıktı. Aslında görmek istediğim şekli değil, aslolan şekli çıkarmaya çalışmıştım ve başarılı oldum da... Bu şekil kim ne derse desin; uzaylılara yani dünya dışı yaratıklara aittir...


12 Şubat 2017 Pazar

YANMA VE ATEŞ NEDİR

YANMA VE ATEŞ NEDİR

İlk ateşin insanlar tarafından nasıl keşfedildiği tam olarak bilinmemekle birlikte, insanın ilk tanıştığı  muhteşem, bir o kadar da tehlikeli bir olgudur ateş...
Yanma hadisesinin olması için, yanıcı madde, oksijen ve bunu tetikleyen bir faktör olmalıdır. Yanıcı sıvılar, buhar halinde; katılar ise, inceltilmiş halde yanar. Bazen yanma gözle görülmez. Buna oksitlenme ve oksidasyon diyoruz. Demirin paslanması, elmanın kesilince kararması da, bir oksidasyondur. Kanımızın oksidasyona maruz kalması bizi yaşlandırır ve hasta edebilir. Aslında insan sadece topraktan yaratılmamıştır. Eser miktarda ateş ve sudan da yaratılmıştır. Vücudumuzdaki standard ateş olmadan hayatımızı idame edemeyiz. Eksikliği ve yüksekliği, bizi olumsuz etkiler.
Atesi aynı zamanda aydınlanma aracı olarak da kullanırız.

Peki nedir bu ateş...? Hem kimyasal, hem fiziksel, hem de elektriksel olarak meydana geliyor. Odunu yakıp, demiri eritiyor. Suyu kaynatıp, buharlaştırıyor... Asıl anlatmak istediğim, ateşi ne zaman çağırsak, emrimize amade olup geliyor. Yeterki şartlar elversin. Aslında tam olarak anlatamıyorum, ateşi anlatacak kelimeler aklıma gelmiyor...

Yani biz ateşi istiyorsak, cebimizdeki çakmağı çakıp görüyoruz, tamam; fiziksel ve kimyasal bir tepkime onu anladık da, acaba ateşin bir merkezi mi var, biz çağırınca geliyor? Sürtünme, dövülme, ezilme gibi eylemlerde ateş hemen oraya geliyor. Odunu küçük bir kıvılcımla yaktığımızda ateş bütün odunu kül edene kadar yakıyor. Oksijen ve yakıt döngüsü olduğu müddetçe bu devam ediyor. E peki Güneş ve yıldızlardaki Helyum gazı nasıl oluyorda yanıyor. Saniyede 600 milyon ton hidrojen helyuma dönüşüp yanıyor. Güneş her saniye 600 milyon ton hafifliyor. Ateş kendi kendi kaynağını yiyip, kendisiyle birlikte yok ediyor.

Sanırım bu makalenin altından kalkamayacağım. Amacım, ateşin bilim ötesi özelliğini anlatmaktı ama bu çok zor.

Sıcak kalın efendim.

KOKUNUN AKLA VE RUHA ETKİSİ

KOKUNUN AKLA VE RUHA ETKİSİ

Bizlere bahşedilen beş duyudan biri de, kokudur. Kokunun güzelliği ve çirkinliği görecelidir. Bizim hoşlandığımız bir limon kokusundan, bazı canlılar çok rahatsız olur. Leş kargalarının çok sevdiği kokudan da, biz rahatsız oluruz. Koku bazen bir cazibe, bazen bir iştah, bazen bir şifa, bazen bir ikaz, bazen de bir silah olur. Kokarcalar, kokuları sayesinde hayatta kalırlar. Bütün canlılar koku sayesinde beslenir.

Giriş yaparken kokunun normal tanımını yaptım. Peki koku, bu kadar anlaşılan bir şey mi...? Tabiki de hayır... Öğrenince asla unutamayacağımız şeyler vardır. Bisiklet sürmek, yürümek, koşmak, tad almak gibi... İşte en tesirli olanı kokudur. 30 yaşında da olsanız, 15 yıl boyunca almadığınız bir koku, sizi 15 yıl öncesine yani o kokuyu ilk aldığınız güne götürür. Mutlu bir an ise, o an mutlu olursunuz. Olumsuz bir durumda aldığınız bir koku ise sizi rahatsız ve mutsuz eder. Bazı partnerler, bazılarına çekici gelir; işte bu durum, bambaşka mucizevi bir durumdur. Eğer kimsenin beğenip hoşlanmadığı birisi sizi cezbetmiş ise; bu fiziki görüntü değil, kokunun bir eseridir ve en etkilisidir. Yazımın başında koku hazı görecelidir demiştim. İşte sizi o kişiye yönelten de o koku hazıdır. Bu özellik tüm canlılarda olmasına rağmen insanlarda değişkenlik gösterir. Bu konuya fazla değinmek istemiyorum ve geçiyorum burayı.

Kokunun mistik ve gizemli özellikleride vardır. Efsunlar, buhurlar ve tütsüler; hep koku ile ilişkilidir. İnsanlar rüyasında bile koku alırlar ve bu rüyalar unutulmaz.

Hz Yakub; Oğlu Yusufun, hasretinden yıllarca kör yaşadı. Bir kanlı gömleği görüp hasretinden kör olan Hz Yakub, taa Mısır'dan gelen oğlu Hz Yusuf'un gömleğini koklayarak, gözleri açılmıştır. Nitekim, Kuranı Kerim, buraya dikkat çekmektedir; burda öğütler var iyi okuyun demektedir.

Tehlike Kokusu:

Bütün canlılar tehlike kokusu alır. Bu koku alma duyusu insanlarda farklıdır. Tehlikenin kokusunu, beyin bize söylemez nasıl bir şey olduğunu. Sadece korku hormonları üretir ve vücuda salar. Biz tedirgin oluruz fakat, bizi neyin tedirgin ettiğini pek anlamayız. Hani bir sokağa girdiğimizde, bizi tedirgin eden bir şey oluyor ise, bilinizki orda; ailesine ve çevresine zarar veren biri yaşıyordur. Huyum kurusun, nerde esrarengiz, sırrı çözülemeyen bir şey varsa onu yazıyorum. E nasıl olsa kimse aksini iddia edemez ve hodri meydan diyorum. Koku en tesirli silah ve ilaçtır diyorum.

Kokunun psikolojik ve ruhsal etkileride vardır. Bu makale öyle bir kaç paragrafla bitecek bir makale değil; ama uzun yazıyı görünce okumaktan vazgeçen bireyler olduğumuz için kısa kesiyorum. Zaten ben de sıkılmaya başladım.

Elbiselerinizde yün, burnunuz da gül kokusu eksik olmasın Efendim

ZAMAN NEDİR? EVRENDE ZAMAN

ZAMAN NEDİR? EVRENDE ZAMAN

Evet arkadaşlar; uzun zamandır makale yazmıyordum. Bugün yazasım geldi. Bakınız, giriş yaparken bile zaman vurgusu yaptım. Demek ki; zaman, hayatımızın ve hayatın en önemli öğesi... Peki nedir bu zaman. Enerjisi var mı? Nereden, nereye doğru akıyor? Sabit bir hızı veya içinde yüzdüğü bir deniz varmı? Zaman mı evrenin içinde, yoksa evren mi zamanın içinde..? Bu sorular uzayıp gider. Aslında zaman farklı boyutlarda da vardır. Makro ve mikro zaman, atom altı parçacıklarından, kara enerjiye; antimadde'den, kara deliklere kadar her mekanda ve boyutta ben burdayım diyor. Benim varsayımıma göre zaman; evrenin içinde haps olmuş bir enerji değildir. Zaman, evrene ve evrenlere hükmeden, adeta bir senkronizasyonu sağlayan bir operatördür.

Evet... Sadece bir evren yok bu alemde. Binlerce, hatta milyarlarca evren olduğuna inanıyorum. Daha dün bizim evrende 300 e yakın bebek galaksi keşfedildi. Galaksiler evren değildir; evrenin içinde yüzen deniz plaktonları gibidirler. Peki zaman nasıl oluyorda sonsuz büyük ile sonsuz küçüğe nüfus edebiliyor? Atomun bölünemeyen parcası olduğuna inanmıyorum. Nötron, proton, kuark ve çekirdekler de, sonsuza kadar bölünebilir. Aksi durumda mutlak yokluk ile karşılaşırız, ki; ben, yokluk olduğuna inanmıyorum.

Zamanın fiziki tanımı wikipedia'de şu şekilde geçmektedir ''Zaman içinde olduğumuz üç  mekân ve bir zaman boyutlu uzayzamanın soyut olan boyutu olarak da kabul edilir.

Zaman olgusu fizikte 't' (Latince zaman anlamına gelen tempus kelimesinin baş harfi) harfiyle tanımlanır. Zamanın objektif olarak var olup olmadığı, fiziğin en önemli ve çözülemeyen  konularının  başında gelir. Planck zamanı denilen saniyenin 10−43'te birinden daha kısa olan süre, fizikçilerce içinde bulunduğumuz 3+1 boyut lu uzayın sınırı ve kara delik ortamının başlangıcı olarak  kabul edilir. Tıpkı ışık gibi bükülebileceği  var sayılmaktadır. Bu yüzden  zamanda yolculuğun mümkün  olup olmadığı bir çok bilim adamı tarafından düşünülmektedir. Zamanın  akıp akmadığı veya hangi  yönde aktığı da aynı şekilde  fiziğin en tartışmalı  konulardandır. Uzayzamanda olan her gelişmenin içindedir.

Sebep-sonuç ilişkisi zaman  akış oku ile ilgili olup tersine zaman oku da teorik olarak mümkündür. Zaman, ışık hızı ile de dolaysız ilişki içinde olup maddenin ışık hızına yaklaşması durumunda  zamanının yavaş akması, ışık hızında durması ve ışık hızı  ötesinde de tersine akması; takyonlar denilen atomaltı parçacıkların ışıktan hızlı hareket ettiği ve  zamanlarının gelecekten  geçmişe doğru aktığı veya  içinde bulunduğumuz  uzayzamandan başka sonsuz sayıda da ihtimalin olabileceği hipotezleri de  modern fiziğin ve Rölativite Teorisi'nin temelini oluşturan konulardandır.''

Bu da demek oluyor ki; zaman hakkında henüz hiç bir şey bilmiyoruz. Aslında biz sanal zamanı kullanıyoruz. Dünyamızın kendi ekseni ve güneş etrafında dönüşü, ay'ın dünyamız etrafında dönüşü zaman algımızı oluşturuyor. Atomik zaman birimi de sanal zamandır. Zaman evrenleri oluşturan en büyük enerji değil de nedir..? Bence insanoğlu yaratıcısını göremiyor ise, zamanın içinde haps olmasından dolayıdır. Çünkü zamanın hükmedemediği yegane kudret O...

Vaktiniz bol, her zamanınız güzel geçsin Efendim...

DİNOZORLARIN KATİLİ AY OLABİLİR..!

DİNOZORLARIN KATİLİ AY OLABİLİR..!

BÖLÜM 1




Evet arkadaşlar; yine ilginç bir makale ile karşınızdayım...

Uydumuz Ay daha önceki evrelerde dünyamızın etrafında dönmüyordu. Yani Ay, dünya ile eş zamanlı yaratılmadı... Dünyamızda ay olmadan da kısmen de olsa hayat belirtileri devam ediyordu... Gezegenimizin en önemli yaşam kaynağı bilindiği üzere güneş, oksijen ve sudur. Evrende bildiğimiz ve gözlemleyebildiğimiz tek yaşam yeri şu an için dünyadır. Dünyamız birçok canlıya ev sahipliği yapmaktadır. Bütün canlıların doğuş yeri dünyamızdır diyemiyeceğim. Çünkü bazı canlı türlerinin dünya dışından göktaşları marifetiyle dünyaya transfer edilmiş olabilir. sizlere dinozorların nasıl yok oldukları hakkında bildiklerim ölçütünde bazı teorilerde bulanacağım. Teori diyorum çünkü bazı arkadaşlar "nerden biliyorsun, kanıtın var mı?" diye karşıma çıkmasın... Teori doğruluğu yada yanlışlığı henüz ispat edilemeyen bir düşünce kaynağıdır.

Gelelim teorimize; Aysız Dünya..!

Dünyanın ilk evrelerinde bitkilerden başka canlı türleri yoktu... Dünyada sadece polensiz üreyen ilkel bitki türleri vardı. Geceleri yaz mevsiminde bile zifiri karanlık gündüzleri ise bitkilerin ha bire büyüyüp ürediği bir dönem... Bu bitkiler öylesine uzun bir zaman ürediler ki katmanlar şeklinde kendi ölülerinin üzerinde çoğaldılar. Hatta öylesine çoğaldılar ki kıtasal bloglar bile oldu. Petrolün kaynağı bu şekildedir.

1'nci göktaşı...

Sonra dünyamıza dev bir göktaşı çarptı... bu göktaşında dünyaya ait olmayan ama dünyaya posta ile gönderilen dinozor yumurtaları savruldu... Büyük çoğunluğu çarpmanın etkisiyle kırılıp telef oldu. Dünyanın atmosferi henüz ince olduğundan bu göktaşlarındaki yumurtalar haşlanmadan ve kızarmadan sağ salim ulaşmışlardı.

Bitkiler kıtalar arası çoğalmaya başlayınca, dünya atmosferi evrim geçirmeye başladı... İşte burada Darwin'in düşünmüş olduğu teori ile aynı paralelde gelişmeler oluyor. Her ne kadar Darwin'in teorisine inanmasam da..? Ama Darwin tamamen yanılmıyordu, Darwin bir çok konuda haklıydı...

Yumurtalardan çıkan dinozorlar önceden programlanmışcasına yerdeki bitkileri yemeye başladı. Daha sonra bu dinozorlar kendi türlerini koku aracılığı ile bulup ürediler... Dinozorların vücut artıklarında dünya yüzeyine ileride işimize çok yarayacak mikro organizmalar saçıldı.

Uzun yazıları okumayacağınızı biliyorum. Devamını yarına yazarım inşallah :)) Kaçırmayın daha çok macera var bu dinozorlarda :)


BÖLÜM 2

Evet arkadaşlar; dünkü makaleyi yarım bırakmıştım artık kısa yoldan tamamlamayı düşünüyorum. Zaten makalemi güçlendirmek için peşpeşe 3 farklı yayın yaptım. Bu yayınlar makalemi besleyen yayınlar olarak burada kalacaktır.

Kısaca anlatacak olursam; dünyamız yarı canlı ve yarı atmosferli bir gezegen olduğu zamanlarda yani dinozorların ve oksijene pek ihtiyaç duymayan ilkel bitkiler zamanda başka bir yarı canlı dünya ile çarpıştı. Ben buna kozmik çiftleşme diyorum Bu kozmik çiftleşmeden nur topu gibi bir ayımız oldu... Şaka bir yana bu iki gezegenin çarpışmasından dünyamız hayatta kalmayı başarırken, ay hayatta kalamayıp mumya bir gezegen olarak kalıverdi.

İki dünyanın çarpışma anı

İlkel dünyamızda dinozorlar mutlu mesut yaşarken, aniden üstlerinde dev bir gölge gördüler. Korkunç bir fırtına ile savruldular. Daha o gezegen dünyaya çarpmamıştı ama öylesine müthiş bir fırtına kopmuştu ki ilkel ağaçlar yerinden sökülüyor, volkanlardaki mağma adeta yüzeye doğru vakumlanıyordu.

İki gezegen kafa kafaya çarpışıp toz buz oldular ancak çekirdeklerini muhafaza edebildiler... Daha sonra uzayda tekrar toparlanma olunca bu iki gezegenden ilk kendini toparlayan dünya olduğundan kütlenin çoğunluğunu kendisi kaptı. Dünyada okyanuslar yok iken bu gezegenin sularını da alarak okyanusları oldu. Böylece dünya ikinci evresine, yani yepyeni bir evresine giriş yapıyordu.

Dinozorlara Ne oldu..?

Dinozorların tümü bu büyük çarpışmadan öldü... bazıları savrularak bazıları yanarak, bazıları ezilerek, bazıları ani volkanik lavlara gömülerek yok oldu.. Ama dünyamızın kalbi hala atıyordu ve eskisine göre kendini daha iyi hissediyordu. Çarpıştığı gezegendeki canlı türlerinin tohumlarını suyunu toprağını içinde hissediyordu ve ay karşıda soğumuş bir şekilde yörüngesinde dönüyordu. Çok yakındı kendisine... Öylesine yakındı ki, çekim gücü dipteki lavları kendine doğru çekiyordu. bu yüzden dünyanın ilk evrelerinde volkanlar hiç dinmedi. Ta ki, ay belirli bir uzaklığa varıncaya kadar...

Dinozorlar tamemen yok mu oldu..?

Hayır... İlk evre dinozorları yok olmuştu ama mavi dünyanın yeni tür dinozorları hayat bulmaya başladı... Belki savrulan bir yumurtadan çıktı, belki de bir gölde hayatta kalmayı başarabilmişti.. İşte o bizim Timsah olmalıydı..!

Kısacası dünyamıza canlı tohumlarını getiren gezegenin enkazı gökte gördüğümüz aydır. Ay dünyadan dinozorları elimizden aldı ama bize binlerce farklı türde canlı getirdi. belki de İnsan türü de bu gezegen ile yeryüzü ile buluştu, kim bilir..?

Farkındayım bu iddialar uçuk ama, şuna emin olun ki, gerçekte yaşananlar daha da uçuk..!

Ay dünyamızdan her uzaklaşmasında dünyanın atmosferinde değişiklikler oldu. Böylece dünyada sürekli farklı ve yeni türler evrimleşti. Atmosferdeki her birim değişimi farklı bir canlı türünün evrimine yol açıyordu. İşte Darwin bu kısmı hiç hesaba katmamıştı. Bir ikinci ihtimal de, bütün canlı türlerinin atası dinozorlar da olabilir... onların kalıntılarından yeni canlı türler beslenmiş olabilir. Ben Evrimi Darwin'in tanımladığı şekilde ifade etmiyorum. Benim evrim anlayışım farklı..

Ölüden diriyi, diriden ölüyü yaratan bir Yaratıcı'nın emri ile bu evrimin gerçekleştiği inancındayım. Yaratıcı dileseydi başka bir şekilde yaratırdı ama O'nun yaratmasındaki tüm evrelerin mutlaka bilimsel bir izahı vardır. Allah'ın en güzel mucizesi bilimdir.

Sonuç olarak; başta da dediğim gibi bu senaryo sadece benim kafamda tasarladığım bir teoridir. Size bunlar gerçektir demiyorum. Siz de düşünüp teori üretin. Asla yanlış olduğundan korkmayın. Fikir üretin ve düşünün. Teori üretmekten kimseye bir zarar gelmez. Bilakis beyin jimnastiği yapmış olursunuz. Dediğim gibi bu bir teori ve bilimsel kanıt yerine geçmez arkadaşlar...

Oh be kurtuldum :)) nerden girdim böyle uzun konulara....

Yalnız Gezegen

Öne Çıkan Yayın

DİNOZORLARIN KATİLİ AY OLABİLİR..!

DİNOZORLARIN KATİLİ AY OLABİLİR..! BÖLÜM 1 Evet arkadaşlar; yine ilginç bir makale ile karşınızdayım... Uydumuz Ay daha önceki evre...