Bilim
Bilime Giden Yol
6 Ocak 2019 Pazar
Mikroskop Altında Ölen Türünü Klonlayan Bakteri
Yukarıdaki görselde bir bakterinin antibiyotik ile ölmüş başka bir bakterinin DNA'sını alıp, kendisine klonlandığını görmektesiniz. Sol taraftaki siyah beyaz ile sağdaki aynı görüntülerdir. Biyologlar floresan boyalar kullandığı için, bakteriler daha net ve açık görülmektedir. Floresan boya olmasaydı, soldaki görüntüdeki gibi sadece iki bakterinin sabit halini görürdük.
Neyse bu kadar detaydan sonra konuya gelelim... Biyologlar bu olaya "konjugasyon" diyorlar. Bakteri tıpkı bir fil hortumu gibi kendi boyunun iki üç katı uzaklıktaki ölmüş bakterinin DNA sını alıp klonluyor. Ölmüş bakteri de çok zeki... Ölürken halka şeklinde bir DNA parçası bırakıyor. Bu halka şeklindeki DNA lara da "plazmid" diyorlar. Diri bakteri bu plazmidi alıp kendi DNA sına tabiri caiz ise yama yapıyor. Bir şekilde kendini antibiyotiğe karşı aşılıyor. Plazmidlerin bu şekilde aktarılmasına da " transformasyon" deniyor. Bakterinin o ince hortumu (pilus) saç telinden 10 bin kat incedir.
İşte bizim tek hücreli sandığımız bu zeki canlılar, ürettiğimiz antibiyotiklere karşı böyle bir savunma mekanizması kurmuşlardır. İlk kez bilim insanları bu olayı görüntülemeyi başardılar.
Araştırma Indiana Universitesi’nden Biyolog Ankur Dalia Bloomington tarafından yapılmıştır.
Kaynak ve referans: https://www.sciencealert.com/for-the-first-time-scientists-have-seen-bacteria-fishing-for-dna-from-dead-friends
GeZo
30 Mart 2017 Perşembe
RUH NEDİR?
RUH NEDİR?
Ruh'un ne olduğunu analiz ve tarif etmeden önce, evreni gözlemlememiz gerekiyor. Ayrıca bir çok felsefe ve inançtan soyutlanmamız gerekiyor ki; sağlıklı bir sonuca varalım. Şimdi; önyargı ve ön kabullerimi bir kenara bırakıyorum. Tabiri caiz ise, bu makale bitene kadar bir ateist ve deist oluyorum.
Evet; evreni gözlemleyip bildiğimiz kadarı ile, Bing Bang, yani büyük bir patlama ile var oldu. Şu an için o patlama süreci devam ediyor ve hala evren genişliyor. Bunu doğru kabul eder isek; evren, yokluk yada boşluk içinde var olmak için hazır bekliyordu. Zaman mef'umu evrenden önce de vardı. Var olmayı ve patlamayı bekleyen evren, statik ve ölü durumdaydı. Ayrıca, bir molekülden daha küçük bir parçacık idi. Peki, ne oldu da evren patladı...? Evreni patlamaya tetikleyen o mekanizma veya olgu ne idi...? Evren nasıl hayat buldu...? Evrenin de bir ruhu var mı? Duyu organlarımız evreni ne kadar algılıyor? Bu sorularla birlikte Ruh nedir kısmına geçelim.
Doğrusu ruh hakkında araştırma yaptım fakat, ortak manada ruh'un tarifi tam olarak yapılmamış. Felsefi ve dini tanımlamalar hep karşıma çıktı. Psikolojide ruh kavramı zaten başka bir şekilde tarif ediliyor. Psikoloji, psyche (ruh) ve logos (bilgi) kelimelerinden oluşur.Ruh bilgisi kelimesi ilk çağda Aristoteles tarafından kullanılmıştır. Ancak günümüzde psikoloji ruh üzerine felsefik sorular sormaz. 19.yüzyılda geç bağımsız olan genç bir bilim dalıdır. Demek ki Ruh'u tanımlayacak bir bilim dalı henüz mevcut değil.
Tekrar evrene dönüyoruz. Evren çok önemli... Ruh, ile evren arasında bir bağ olduğunu düşünüyorum. Durun acele etmeyin, daha ruhun tanımına gelmedim... Evreni gözlemleyen NASA ve gökbilimciler, doğan ve ölen yıldızları tesbit etmiştlerdir. Bir yıldızın oluşumu, bulutu andıran dağınık bir biçimdedir. Ölü yıldızlar ise, kara delik diye tabir edilen ama hala ölmemiş yıldızlardan ibarettir. Aslında ortada kara delik falan yok; o yıldız öylesine bir çekim kuvvetine ulaşıyor ki, ışığı yuttuğu için göremiyoruz. Halbu ki çok parlak, ama kendi ışığını bile yutuyor. Hacim olarak küçülse de, kütle olarak, kendini milyarlarca kez aktif olarak ağırlaştırıyor. Bakınız nereye geldim. Yavaş yavaş ruh'a geliyorum. Hani bu yıldız ölmüş ve miadını doldurmuştu...? Ölüm kavramı sadece canlılara mahsus olmadığı gibi, ruh kavramı da canlılara özdeşleştirilemez. Yani ruh, canlı veya cansız her varlıkta vardır. Ruh aynı zamanda bir enerjidir de... Evrenin ruhu ise, zamandır. Zaman olmadan, hiç bir varlık hayat bulamaz. Zaman, her şeydir. Telefonunuzu düşünün, her şeyi tam ama çalışmıyor, neden? Çünkü bataryadaki elektrik şarjı bitmiş. Yani deşarj olmuş... Yok yok, kızmayın; ruh, sadece bu değildir.
RUH: Canlı ve cansız maddeleri görünür kılan, işlevsellik ve özlük kazandıran, kaynağı belli bir merkezden beslenen, zaman ve mekandan stabil olan, bir enerji bütünlüğüdür. Ruh zaman olduğu için, zamanın içinde yer almaz. Radyo yayınları ve dalgaları olmadan, enerji de verseniz, o radyo bir hiçtir. Yani Ruh, sabit değildir. Belli bir frekans üzere akım halindedir. İşte o yayın dalgalarının nereden geldiğini inanç olarak değil de, bilimsel olarak kavrayamıyorum. Ruhların bir merkezi var ise, o merkezi idare eden gerçek ve büyük, aynı zamanda irade sahibi bir ruh olmalıdır. Olmak zorundadır. Benim felsefil manada ruh anlayışım; ruh, bedenin evrenin dışında aldığı bir enerji çeşididir. Ruh beden arasında sürekli bir akım vardır. Bu akımın kesilmesi durumunda, beden ruhsuz ve enerjisiz kalır ve ölüm olayı gerçekleşir. Bedende meydana gelen bir arıza, ruh akımını kesebilir. Ruh bir yaşam frekansıdır. Bir rüzgar, bir elektrik, bir dalga gibidir. Ruh hakkında bildiklerim bu kadar. Ama ruh hakkında çok şey düşünüyorum. Orası beni ilgilendirir. Çünkü yazımın başında, dinsiz olacağımı söylemiştim. Şimdi yazım bitti ve Kelime-i şehadet getirip tekrar müslüman oluyorum. Elhamdulillah
Not: Bu makale bilimsel veri yerine geçmez. Sadece kendi düşünce ve teorilerimdir...
Ruh'un ne olduğunu analiz ve tarif etmeden önce, evreni gözlemlememiz gerekiyor. Ayrıca bir çok felsefe ve inançtan soyutlanmamız gerekiyor ki; sağlıklı bir sonuca varalım. Şimdi; önyargı ve ön kabullerimi bir kenara bırakıyorum. Tabiri caiz ise, bu makale bitene kadar bir ateist ve deist oluyorum.
Evet; evreni gözlemleyip bildiğimiz kadarı ile, Bing Bang, yani büyük bir patlama ile var oldu. Şu an için o patlama süreci devam ediyor ve hala evren genişliyor. Bunu doğru kabul eder isek; evren, yokluk yada boşluk içinde var olmak için hazır bekliyordu. Zaman mef'umu evrenden önce de vardı. Var olmayı ve patlamayı bekleyen evren, statik ve ölü durumdaydı. Ayrıca, bir molekülden daha küçük bir parçacık idi. Peki, ne oldu da evren patladı...? Evreni patlamaya tetikleyen o mekanizma veya olgu ne idi...? Evren nasıl hayat buldu...? Evrenin de bir ruhu var mı? Duyu organlarımız evreni ne kadar algılıyor? Bu sorularla birlikte Ruh nedir kısmına geçelim.
Doğrusu ruh hakkında araştırma yaptım fakat, ortak manada ruh'un tarifi tam olarak yapılmamış. Felsefi ve dini tanımlamalar hep karşıma çıktı. Psikolojide ruh kavramı zaten başka bir şekilde tarif ediliyor. Psikoloji, psyche (ruh) ve logos (bilgi) kelimelerinden oluşur.Ruh bilgisi kelimesi ilk çağda Aristoteles tarafından kullanılmıştır. Ancak günümüzde psikoloji ruh üzerine felsefik sorular sormaz. 19.yüzyılda geç bağımsız olan genç bir bilim dalıdır. Demek ki Ruh'u tanımlayacak bir bilim dalı henüz mevcut değil.
Tekrar evrene dönüyoruz. Evren çok önemli... Ruh, ile evren arasında bir bağ olduğunu düşünüyorum. Durun acele etmeyin, daha ruhun tanımına gelmedim... Evreni gözlemleyen NASA ve gökbilimciler, doğan ve ölen yıldızları tesbit etmiştlerdir. Bir yıldızın oluşumu, bulutu andıran dağınık bir biçimdedir. Ölü yıldızlar ise, kara delik diye tabir edilen ama hala ölmemiş yıldızlardan ibarettir. Aslında ortada kara delik falan yok; o yıldız öylesine bir çekim kuvvetine ulaşıyor ki, ışığı yuttuğu için göremiyoruz. Halbu ki çok parlak, ama kendi ışığını bile yutuyor. Hacim olarak küçülse de, kütle olarak, kendini milyarlarca kez aktif olarak ağırlaştırıyor. Bakınız nereye geldim. Yavaş yavaş ruh'a geliyorum. Hani bu yıldız ölmüş ve miadını doldurmuştu...? Ölüm kavramı sadece canlılara mahsus olmadığı gibi, ruh kavramı da canlılara özdeşleştirilemez. Yani ruh, canlı veya cansız her varlıkta vardır. Ruh aynı zamanda bir enerjidir de... Evrenin ruhu ise, zamandır. Zaman olmadan, hiç bir varlık hayat bulamaz. Zaman, her şeydir. Telefonunuzu düşünün, her şeyi tam ama çalışmıyor, neden? Çünkü bataryadaki elektrik şarjı bitmiş. Yani deşarj olmuş... Yok yok, kızmayın; ruh, sadece bu değildir.
RUH: Canlı ve cansız maddeleri görünür kılan, işlevsellik ve özlük kazandıran, kaynağı belli bir merkezden beslenen, zaman ve mekandan stabil olan, bir enerji bütünlüğüdür. Ruh zaman olduğu için, zamanın içinde yer almaz. Radyo yayınları ve dalgaları olmadan, enerji de verseniz, o radyo bir hiçtir. Yani Ruh, sabit değildir. Belli bir frekans üzere akım halindedir. İşte o yayın dalgalarının nereden geldiğini inanç olarak değil de, bilimsel olarak kavrayamıyorum. Ruhların bir merkezi var ise, o merkezi idare eden gerçek ve büyük, aynı zamanda irade sahibi bir ruh olmalıdır. Olmak zorundadır. Benim felsefil manada ruh anlayışım; ruh, bedenin evrenin dışında aldığı bir enerji çeşididir. Ruh beden arasında sürekli bir akım vardır. Bu akımın kesilmesi durumunda, beden ruhsuz ve enerjisiz kalır ve ölüm olayı gerçekleşir. Bedende meydana gelen bir arıza, ruh akımını kesebilir. Ruh bir yaşam frekansıdır. Bir rüzgar, bir elektrik, bir dalga gibidir. Ruh hakkında bildiklerim bu kadar. Ama ruh hakkında çok şey düşünüyorum. Orası beni ilgilendirir. Çünkü yazımın başında, dinsiz olacağımı söylemiştim. Şimdi yazım bitti ve Kelime-i şehadet getirip tekrar müslüman oluyorum. Elhamdulillah
Not: Bu makale bilimsel veri yerine geçmez. Sadece kendi düşünce ve teorilerimdir...
27 Şubat 2017 Pazartesi
Meteorlar gizli atom bombası olarak kullanılabilir..!
Meteorlar gizli atom bombası olarak kullanılabilir..!
Evet arkadaşlar bu komplo teorisini ilk kez benden duyuyorsunuz. Delice düşünmek için deli olmak lazım. E delilik de bende fazlasıyla var tabi ki...
Hepimizin bildiği gibi atom bombaları çok güçlü ve tahribat gücü oldukça yüksek süper bombalardır. Hiroşima ve Nagazaki'ye atılan atom bombalarını hepimiz duymuş ve o korkunç manzarayı görmüşüzdür. Günümüzde bu tür silahları kullanmak savaş suçu olarak kabul edilip imzalansa da hali vakti yerinde tüm ülkeler bu bombaları yapıp himayesinde bulundurmayı da ihmal etmiyor. Hem atom bombası atılan yerden de 150 200 yıl hayır gelmiyor. İşte burada doğal atom bomları devreye giriyor. Hem de hiç suçlu konuma düşmeden. Nasıl mı? Anlatayım o zaman...
10 tonluk bir meteor dünyaya çarptığında bu patlamanın gücü 300 kilo ton oluyor yani, 1945 yılındaki Hiroşima atom bombası patlamasından yirmi katı..! 20 tane Hiroşima yok edecek olan bir gök taşı bu... Doğal yollardan dünyamıza çarptığı zaman bu meteor 20 atom bombası gücünde atmosferde patlıyor ve parçaları dağılıyor. Rusyaya düşen meteor parçaları da bu şekilde oldu.. Hem neden Rusya..?! Sizce bu bir saldırı olabilir mi..? Bu teknolojiyi elinde bulunduran, mesela Amerika diyelim, Rusya'ya meteor bombası salmış olabilir mi..?
Bence bu çok mümkün. Uzay madenciliği adı altında aslında meteor bombası yapma peşindeler bu kaçık düşmanlarımız. Bizi meteorlardan maden toplayacağız diye kandırıyorlar. halbuki meteorlara yönlendirici roket bağlayıp bunu bir nükleer bomba gibi kullanmak istiyorlar. Bir meteorun yönünü roketler bağlayarak değiştirmek gayet mümkündür.
Ülkemize yönlendirilecek 10 tonluk bir gök taşı, Marmara ve Ege'yi dümdüz edebilecek güçtedir. E bu akılamaz korkunç olay olduğunda ise hiçkimse bunun bir insan eliyle yapıldığına inanmayacak. Kader, Allah'ın işi, lanetlendik, ilahi uyarı gibi hava civa lafları ile kurtulabilenler kendini avutacaktır. Elbet de her şey Allah'ın iradesi ile olmaktadır. Zaten bu korkunç aklı da Allah düşünen insanlara veriyor. Yok bu müslüman buna torpil yapayım, yok bu hıristiyan buna da biraz vereyim demiyor. Düşünen herkese akıl veriyor...
Valla iyi bir komlo teorisi oldu. Akla mantığa da hiç aykırı değil. Asla, asla demeyeceğiz...
Evet arkadaşlar bu komplo teorisini ilk kez benden duyuyorsunuz. Delice düşünmek için deli olmak lazım. E delilik de bende fazlasıyla var tabi ki...
Hepimizin bildiği gibi atom bombaları çok güçlü ve tahribat gücü oldukça yüksek süper bombalardır. Hiroşima ve Nagazaki'ye atılan atom bombalarını hepimiz duymuş ve o korkunç manzarayı görmüşüzdür. Günümüzde bu tür silahları kullanmak savaş suçu olarak kabul edilip imzalansa da hali vakti yerinde tüm ülkeler bu bombaları yapıp himayesinde bulundurmayı da ihmal etmiyor. Hem atom bombası atılan yerden de 150 200 yıl hayır gelmiyor. İşte burada doğal atom bomları devreye giriyor. Hem de hiç suçlu konuma düşmeden. Nasıl mı? Anlatayım o zaman...
10 tonluk bir meteor dünyaya çarptığında bu patlamanın gücü 300 kilo ton oluyor yani, 1945 yılındaki Hiroşima atom bombası patlamasından yirmi katı..! 20 tane Hiroşima yok edecek olan bir gök taşı bu... Doğal yollardan dünyamıza çarptığı zaman bu meteor 20 atom bombası gücünde atmosferde patlıyor ve parçaları dağılıyor. Rusyaya düşen meteor parçaları da bu şekilde oldu.. Hem neden Rusya..?! Sizce bu bir saldırı olabilir mi..? Bu teknolojiyi elinde bulunduran, mesela Amerika diyelim, Rusya'ya meteor bombası salmış olabilir mi..?
Bence bu çok mümkün. Uzay madenciliği adı altında aslında meteor bombası yapma peşindeler bu kaçık düşmanlarımız. Bizi meteorlardan maden toplayacağız diye kandırıyorlar. halbuki meteorlara yönlendirici roket bağlayıp bunu bir nükleer bomba gibi kullanmak istiyorlar. Bir meteorun yönünü roketler bağlayarak değiştirmek gayet mümkündür.
Ülkemize yönlendirilecek 10 tonluk bir gök taşı, Marmara ve Ege'yi dümdüz edebilecek güçtedir. E bu akılamaz korkunç olay olduğunda ise hiçkimse bunun bir insan eliyle yapıldığına inanmayacak. Kader, Allah'ın işi, lanetlendik, ilahi uyarı gibi hava civa lafları ile kurtulabilenler kendini avutacaktır. Elbet de her şey Allah'ın iradesi ile olmaktadır. Zaten bu korkunç aklı da Allah düşünen insanlara veriyor. Yok bu müslüman buna torpil yapayım, yok bu hıristiyan buna da biraz vereyim demiyor. Düşünen herkese akıl veriyor...
Valla iyi bir komlo teorisi oldu. Akla mantığa da hiç aykırı değil. Asla, asla demeyeceğiz...
DÜŞÜNCENİN KAYNAĞI VE BİOENERJİ
DÜŞÜNCENİN KAYNAĞI
Evrenin düşünerek yaşayan, görünür tek canlısı insandır. Düşünmek, irade etmek, şuura varmak, tahlil ve analiz yapmak; insan olmanın en önemli vasıflarındandır. Biz istesek de, istemesek de düşünen bir varlığız. Var olmanın bilincini ancak düşünerek anlarız. Peki nedir bu düşünme yetisi...?
Beynimizde sürekli bir çağrışım, bir plan, bir hayal, bir duygusallık, bir takıntı, bir istek ve dinmeyen bir fırtına girdapları tecelli eder. Bunun kaynağı sadece beynimiz mi? Yani bu düşünce kıvılcımlarını beynimiz mi çakıyor. Ben kitaplarda yazılan klasik bilgileri papağan gibi ezbere sergilemeyi sevmem. Bilgiyi yoğurup, ürün haline getirmeyi severim. Peki, neden kitaplar, düşüncenin kaynağını bize yazmıyor. Neden Descartes'in aslında ne demek istediğini anlamıyoruz.
Konunun özüne dönelim... Evdesiniz ve radyo dinliyorsunuz. Radyoda, müzik yada bilimsel bir mecmua dinliyorsunuz. Bütün her şeyi radyodan duyuyorsunuz. Peki bu ses ve bilgileri, radyo kendisi mi üretti; yoksa kaynağını dışarıdan alarak mı size aktardı..? Elbette ki radyo, havadaki frekans dalgaları olmadan, size veri aktaramaz. O havadaki frekanslar binlerce değişik aralıklardadır. Siz radyonuzu hangi frekansa ayarlarsanız, size o frekansıdaki verileri aktaracaktır. İşte insan beyni de aynı radyo gibidir, Havadaki tüm olumlu ve olumsuz dalgaları analiz eder ve benimser.
Beyniniz hangi dalgayı almaya elverişli ise, o dalga ile meşgul olursunuz. Bu tezden şu sonuç çıkıyor; İnsan düşünüyor fakat, düşünceyi üretmiyor; düşünceyi analiz edip seçiyor. Güneşin dünyaya yaydığı ışık gibi, bilgi her yerde. Yeter ki, o ışığı algılayabilelim. Kimse yarın ne düşüneceğini tahmin edemiyorsa, hayır kardeşim; düşünce bizlere bir yerlerden akıyor.
BİOENERJİ
İnsan bedeninin hep manyetik bir guc ve telekinetik bir frekans yaydigini dusunmusumsur. Her insanin kensine ozel bir tiresim ve enerji frekansi vardir. Bu frekanlar sartlara ve ruh haline gore de kucuk ritmik degisikliklere ugrayabilir. Esasinda kisinin bedeni titresim yaydigi gibi cevresindeki enerji titresimlerini de algilar ve bu titresimler, kendi titresimlerini de etkiler. Oyle bir zaman olur ki, bu titresimler arasinda enerji alisverisi olur. Burda mesafe onemli bir faktor degildir ama titresimin cogu alin ve goz cevresinde yayildigi icin, yakinlasmada had safhaya varir.
Bioenerji yani bedenimizin yaydigi enerji cansiz maddelere de nufuz eder. Bazen ise maddelerden bedene enerji akisi olur. Bu enerji faydali veya zararli da olabilir. O anki enerji uyumuna baglidir. Ornegin bazi sokak lambalarinin altindan gecerken, lamba yanik iken sonuyor veya sonuk iken yaniyor. Bu durum her lambada olmuyor tabi. Tamam, lamba arizali olabilir veya isinininca kapanabilir. O teknik detayin farkindayim ama bu tetikleme mekanizmasininin sadece lambaya ozgu oldugunu dusunmuyorum. Buna defalarca sahit olmusumdur. Tesaduf de bir yere kadar... Yaptigim her denemede o lambaya yaklastigim zaman sonuyor. Sonuk ise yaniyor. Bu ornekle ozel biri oldugum imasinda bulunmuyorum. Yaptigim arastirmada bircok insan bu hadisenin defalarca basina geldigini yazmistir. Bu konu kuantum fizigi dalini ilgilendirebilir. Bize bilim diye dayatilan tabular, bu gibi hadiselerin bilim disi oldugunu soyler. Halbuki insan bedeninin enerji yaydigi bilimsel bir gercektir. İronik oldu :)) hem bilimin tabularindan bahsettim, hem de bilime sigindim... Ama gercek bilimin farkinda olmaliyiz. Bilim kimsenin tekelinde olmamalidir.
Kuantum fiziginde bir atom molekulu ayni anda farkli yerlerde goruluyor ve enerji yayiyor ise, insan bedeni neden yaymasin, degil mi..?
Evrenin düşünerek yaşayan, görünür tek canlısı insandır. Düşünmek, irade etmek, şuura varmak, tahlil ve analiz yapmak; insan olmanın en önemli vasıflarındandır. Biz istesek de, istemesek de düşünen bir varlığız. Var olmanın bilincini ancak düşünerek anlarız. Peki nedir bu düşünme yetisi...?
Beynimizde sürekli bir çağrışım, bir plan, bir hayal, bir duygusallık, bir takıntı, bir istek ve dinmeyen bir fırtına girdapları tecelli eder. Bunun kaynağı sadece beynimiz mi? Yani bu düşünce kıvılcımlarını beynimiz mi çakıyor. Ben kitaplarda yazılan klasik bilgileri papağan gibi ezbere sergilemeyi sevmem. Bilgiyi yoğurup, ürün haline getirmeyi severim. Peki, neden kitaplar, düşüncenin kaynağını bize yazmıyor. Neden Descartes'in aslında ne demek istediğini anlamıyoruz.
Konunun özüne dönelim... Evdesiniz ve radyo dinliyorsunuz. Radyoda, müzik yada bilimsel bir mecmua dinliyorsunuz. Bütün her şeyi radyodan duyuyorsunuz. Peki bu ses ve bilgileri, radyo kendisi mi üretti; yoksa kaynağını dışarıdan alarak mı size aktardı..? Elbette ki radyo, havadaki frekans dalgaları olmadan, size veri aktaramaz. O havadaki frekanslar binlerce değişik aralıklardadır. Siz radyonuzu hangi frekansa ayarlarsanız, size o frekansıdaki verileri aktaracaktır. İşte insan beyni de aynı radyo gibidir, Havadaki tüm olumlu ve olumsuz dalgaları analiz eder ve benimser.
Beyniniz hangi dalgayı almaya elverişli ise, o dalga ile meşgul olursunuz. Bu tezden şu sonuç çıkıyor; İnsan düşünüyor fakat, düşünceyi üretmiyor; düşünceyi analiz edip seçiyor. Güneşin dünyaya yaydığı ışık gibi, bilgi her yerde. Yeter ki, o ışığı algılayabilelim. Kimse yarın ne düşüneceğini tahmin edemiyorsa, hayır kardeşim; düşünce bizlere bir yerlerden akıyor.
BİOENERJİ
İnsan bedeninin hep manyetik bir guc ve telekinetik bir frekans yaydigini dusunmusumsur. Her insanin kensine ozel bir tiresim ve enerji frekansi vardir. Bu frekanlar sartlara ve ruh haline gore de kucuk ritmik degisikliklere ugrayabilir. Esasinda kisinin bedeni titresim yaydigi gibi cevresindeki enerji titresimlerini de algilar ve bu titresimler, kendi titresimlerini de etkiler. Oyle bir zaman olur ki, bu titresimler arasinda enerji alisverisi olur. Burda mesafe onemli bir faktor degildir ama titresimin cogu alin ve goz cevresinde yayildigi icin, yakinlasmada had safhaya varir.
Bioenerji yani bedenimizin yaydigi enerji cansiz maddelere de nufuz eder. Bazen ise maddelerden bedene enerji akisi olur. Bu enerji faydali veya zararli da olabilir. O anki enerji uyumuna baglidir. Ornegin bazi sokak lambalarinin altindan gecerken, lamba yanik iken sonuyor veya sonuk iken yaniyor. Bu durum her lambada olmuyor tabi. Tamam, lamba arizali olabilir veya isinininca kapanabilir. O teknik detayin farkindayim ama bu tetikleme mekanizmasininin sadece lambaya ozgu oldugunu dusunmuyorum. Buna defalarca sahit olmusumdur. Tesaduf de bir yere kadar... Yaptigim her denemede o lambaya yaklastigim zaman sonuyor. Sonuk ise yaniyor. Bu ornekle ozel biri oldugum imasinda bulunmuyorum. Yaptigim arastirmada bircok insan bu hadisenin defalarca basina geldigini yazmistir. Bu konu kuantum fizigi dalini ilgilendirebilir. Bize bilim diye dayatilan tabular, bu gibi hadiselerin bilim disi oldugunu soyler. Halbuki insan bedeninin enerji yaydigi bilimsel bir gercektir. İronik oldu :)) hem bilimin tabularindan bahsettim, hem de bilime sigindim... Ama gercek bilimin farkinda olmaliyiz. Bilim kimsenin tekelinde olmamalidir.
Kuantum fiziginde bir atom molekulu ayni anda farkli yerlerde goruluyor ve enerji yayiyor ise, insan bedeni neden yaymasin, degil mi..?
25 Şubat 2017 Cumartesi
Korku Nedir ve Neden Korkarız..?
Korku Nedir ve Neden Korkarız..?
Korku hakkında yaptığım araştırmalarda çok farklı tanımlamalar ile karşılaştım. Kimileri korkunun beynimizin bir ilüzyonu olduğundan, kimileri bilinçaltına işleyen dışardan öğrenilmiş edinimler olduğundan dem vurmaktadır. Ben de kolları sıvayıp gerçek manada "korku nedir" ne değildir çerçevesinde bir şeyler yazayım dedim.
Edinilmiş lokal korkular kişiye göre değişir. mesela kedi gibi sevimli bir hayvandan korkmak, edinilmiş bir korkudur. Bu korkular bilinçaltının bize vermiş olduğu ikazlardır. Evrensel korkular bizim asıl konumuz olacak...
İnsanların yaklaşık yüzde 90 ından fazlası örümcek, akrep ve yılanlardan korkarlar. Bu evrensel ve genetik bir korkudur. Ben bilginin de genetik olarak bir sonraki nesillere aşılandığına inananlardanım. ilk önce işin normal ve fiziksel kısmını açıklayacağım. daha sonra kuantum ve paranormal kısmına kısaca değineceğim. Normal şartlarda korku insan bedeninin bir savunma mekanizmasının amigdala vasıtasıyla uyarılmasıdır. Amigdala beynimizin korku ile alakalı işlerinden sorumlu olan bir beyin organıdır.
Sosyal, psikolojik ve nesnel fobileri olanları bir kenara ayırır isek, korkular insanların genlerine kodlanmıştır. Bir bebeği çok sevimli bir kuş ile bir kaç sefer canını acıtırsanız, bu bebekte kuş fobisi oluşabilir. O yüzden edinilmiş fobileri bir kenara ayırıyorum. Bunları teşhis ve tanımlaması çok basit. Asıl zor olan evrensel korkuların kaynağıdır.
Korku da tıpkı gülmek, ağlamak, üzülmek ve sevinmek gibi evrensel bir duygudur. Bir insanın karda yürürken kayıp düşmesi, insanların yüzde 90 ından fazlasında tebessüm ve gülmeye neden olur. Ama bu karda ayağı kayan insanın kolu kırıldığında aynı insanlar yine bu duruma üzülecektir. Bu ise sahip olduğumuz ortak duyguların ayrıca genlerimize kodlandığını gösterir.
İşin en zor kısmına gelecek olur isek; Ortak korkularımız aslında bize son derece tehlikeli ve düşman olan görünmez yaratıkların varlığıdır. Bizim beş duyu organımızın göremediğini başka bir hissimiz bunları sürekli görür ve algılar ama bu durumdan bizi haberdar etmez ve gizli bir arşive saklar. Bu görünmez yaratıklara benzeyen örümcek, yılan veya akrep gibi bizim algılarımıza göre korkunç olan canlılar, aslında bize tehlikeli olan kuantum canlılarına benzemesindendir. "Kuantum canlıları" tabirini sanırım ilk ben kullanıyorum ama bu olgu kesinlikle var. Bilim adamıyım diye geçinenler istedikleri kadar cinler şeytanlar yoktur desin ama bu yaratıklar var... Hem de varoğluvar...
Kuantum aleminde dünyaya gelmeden evvel hepimiz bir vücutta var idik. O vücut ile gözlemler yaptık ve bazı şeyler yaşadık. Bu bilgiler o anki hafızamızdan alınıp, genlerimize kodlandı. Aslında biz hem bu dünyada hem de kuantum dünyasında yaşıyoruz. Kuantum dünyasında bize zarar veren yaratıkları, bu dünyada benzerlerinden korkmamıza neden oluyor. Kuantum fiziğinde bir atom aynı anda farklı yerlerde bulunabiliyor ise, bu canlılar için de geçerlidir.
Korkularımızdan korkmamalıyız. Onlar her zaman bizim savunmamızı güçlendiren duygulardır. Bize zarar veren yapay korkulardır. Yılandan akrepten ve örümcekten korkuyorsan, uzak dur onlardan... Korkmuyorsan zaten kuantum dünyasında onları alt etmişindir...
Korku hakkında yaptığım araştırmalarda çok farklı tanımlamalar ile karşılaştım. Kimileri korkunun beynimizin bir ilüzyonu olduğundan, kimileri bilinçaltına işleyen dışardan öğrenilmiş edinimler olduğundan dem vurmaktadır. Ben de kolları sıvayıp gerçek manada "korku nedir" ne değildir çerçevesinde bir şeyler yazayım dedim.
Edinilmiş lokal korkular kişiye göre değişir. mesela kedi gibi sevimli bir hayvandan korkmak, edinilmiş bir korkudur. Bu korkular bilinçaltının bize vermiş olduğu ikazlardır. Evrensel korkular bizim asıl konumuz olacak...
İnsanların yaklaşık yüzde 90 ından fazlası örümcek, akrep ve yılanlardan korkarlar. Bu evrensel ve genetik bir korkudur. Ben bilginin de genetik olarak bir sonraki nesillere aşılandığına inananlardanım. ilk önce işin normal ve fiziksel kısmını açıklayacağım. daha sonra kuantum ve paranormal kısmına kısaca değineceğim. Normal şartlarda korku insan bedeninin bir savunma mekanizmasının amigdala vasıtasıyla uyarılmasıdır. Amigdala beynimizin korku ile alakalı işlerinden sorumlu olan bir beyin organıdır.
Sosyal, psikolojik ve nesnel fobileri olanları bir kenara ayırır isek, korkular insanların genlerine kodlanmıştır. Bir bebeği çok sevimli bir kuş ile bir kaç sefer canını acıtırsanız, bu bebekte kuş fobisi oluşabilir. O yüzden edinilmiş fobileri bir kenara ayırıyorum. Bunları teşhis ve tanımlaması çok basit. Asıl zor olan evrensel korkuların kaynağıdır.
Korku da tıpkı gülmek, ağlamak, üzülmek ve sevinmek gibi evrensel bir duygudur. Bir insanın karda yürürken kayıp düşmesi, insanların yüzde 90 ından fazlasında tebessüm ve gülmeye neden olur. Ama bu karda ayağı kayan insanın kolu kırıldığında aynı insanlar yine bu duruma üzülecektir. Bu ise sahip olduğumuz ortak duyguların ayrıca genlerimize kodlandığını gösterir.
İşin en zor kısmına gelecek olur isek; Ortak korkularımız aslında bize son derece tehlikeli ve düşman olan görünmez yaratıkların varlığıdır. Bizim beş duyu organımızın göremediğini başka bir hissimiz bunları sürekli görür ve algılar ama bu durumdan bizi haberdar etmez ve gizli bir arşive saklar. Bu görünmez yaratıklara benzeyen örümcek, yılan veya akrep gibi bizim algılarımıza göre korkunç olan canlılar, aslında bize tehlikeli olan kuantum canlılarına benzemesindendir. "Kuantum canlıları" tabirini sanırım ilk ben kullanıyorum ama bu olgu kesinlikle var. Bilim adamıyım diye geçinenler istedikleri kadar cinler şeytanlar yoktur desin ama bu yaratıklar var... Hem de varoğluvar...
Kuantum aleminde dünyaya gelmeden evvel hepimiz bir vücutta var idik. O vücut ile gözlemler yaptık ve bazı şeyler yaşadık. Bu bilgiler o anki hafızamızdan alınıp, genlerimize kodlandı. Aslında biz hem bu dünyada hem de kuantum dünyasında yaşıyoruz. Kuantum dünyasında bize zarar veren yaratıkları, bu dünyada benzerlerinden korkmamıza neden oluyor. Kuantum fiziğinde bir atom aynı anda farklı yerlerde bulunabiliyor ise, bu canlılar için de geçerlidir.
Korkularımızdan korkmamalıyız. Onlar her zaman bizim savunmamızı güçlendiren duygulardır. Bize zarar veren yapay korkulardır. Yılandan akrepten ve örümcekten korkuyorsan, uzak dur onlardan... Korkmuyorsan zaten kuantum dünyasında onları alt etmişindir...
24 Şubat 2017 Cuma
Uzayda Yalnız Değiliz
Uzayda Yalnız Değiliz
Bilindiği üzere NASA'nın Spitzer Uzay Teleskopu kullanılarak ve dünyada bulunan gözlemevlerinden yararlanılarak tespit edilen yeni gezegenler Dünya'dan 39 ışık yılı uzaklıkta yer alıyor. Bu da uzayda kesinlikle yalnız olmadığımızın bir kanıtı nitelikte.
Geçmiş medeniyetlerin dunya dışı varlıklarla ilişkisini yapmış oldukları eser ve bulunan kalıntılardan anlayabiliyoruz. belki de eski antik medeniyetler bu gezegenlere bizlerden önce varmışlardır. Sümerler, Mayalar, İnkalar ve Mısır medeniyeti eserlerinde insanüstü figür ve eserler görmekteyiz. Bu medeniyetler arasında en çok Sümerler öne çıkıyor. Acaba diyorum Sümerler dünyamızı olası bir uzaylı işgalinden kurtarmış olabilir mi? Ya da uzaylılara ait bir gezegeni işgal edip orada koloni bir medeniyet kurmuş olabilir mi?
Işık hızını eski medeniyetlerin geçtiğini düşünüyorum. Sanırım bu gezegenlere ulaşmamızın kuantum fiziği açısından bakar isek; bu enerjinin kaynağı bizim var olma enerjimizde. Yani biz gezegenleri keşifle uğraşırken kendimizi keşfetmiyoruz. Kendi bedenimiz ve beynimizin neler yapabileceğini henüz bilmiyoruz. Düşünce gücü ile ışık hızını geçebileceğimize inanıyorum. İnsanoğlu aya baktığında aslında düşünsel olarak aya gitmiştir. Siz bile dışarı çıkıp aya bakıp düşünceleriniz harekete geçiyor ise, aydasınız demektir. Önümüzdeki tek engel bu düşünce gücünü kullanabilmektir.
Kuantum fiziğini çözdüğümüz an ve atomaltı parçacıklarının davranışlarını anladığımız an, bizim 40 ışık yılını kat edecek yolu 40 yıl boyunca düşünmeye gerek kalmayacak. Unutmayalım; her şey enerjidir ama her şeye enerji veren bizim algılarımızdır. Şuurlu varlıklar olmasaydı evren kesinlikle var olmazdı
GeZo
Bilindiği üzere NASA'nın Spitzer Uzay Teleskopu kullanılarak ve dünyada bulunan gözlemevlerinden yararlanılarak tespit edilen yeni gezegenler Dünya'dan 39 ışık yılı uzaklıkta yer alıyor. Bu da uzayda kesinlikle yalnız olmadığımızın bir kanıtı nitelikte.
Geçmiş medeniyetlerin dunya dışı varlıklarla ilişkisini yapmış oldukları eser ve bulunan kalıntılardan anlayabiliyoruz. belki de eski antik medeniyetler bu gezegenlere bizlerden önce varmışlardır. Sümerler, Mayalar, İnkalar ve Mısır medeniyeti eserlerinde insanüstü figür ve eserler görmekteyiz. Bu medeniyetler arasında en çok Sümerler öne çıkıyor. Acaba diyorum Sümerler dünyamızı olası bir uzaylı işgalinden kurtarmış olabilir mi? Ya da uzaylılara ait bir gezegeni işgal edip orada koloni bir medeniyet kurmuş olabilir mi?
Işık hızını eski medeniyetlerin geçtiğini düşünüyorum. Sanırım bu gezegenlere ulaşmamızın kuantum fiziği açısından bakar isek; bu enerjinin kaynağı bizim var olma enerjimizde. Yani biz gezegenleri keşifle uğraşırken kendimizi keşfetmiyoruz. Kendi bedenimiz ve beynimizin neler yapabileceğini henüz bilmiyoruz. Düşünce gücü ile ışık hızını geçebileceğimize inanıyorum. İnsanoğlu aya baktığında aslında düşünsel olarak aya gitmiştir. Siz bile dışarı çıkıp aya bakıp düşünceleriniz harekete geçiyor ise, aydasınız demektir. Önümüzdeki tek engel bu düşünce gücünü kullanabilmektir.
Kuantum fiziğini çözdüğümüz an ve atomaltı parçacıklarının davranışlarını anladığımız an, bizim 40 ışık yılını kat edecek yolu 40 yıl boyunca düşünmeye gerek kalmayacak. Unutmayalım; her şey enerjidir ama her şeye enerji veren bizim algılarımızdır. Şuurlu varlıklar olmasaydı evren kesinlikle var olmazdı
GeZo
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Öne Çıkan Yayın
DİNOZORLARIN KATİLİ AY OLABİLİR..!
DİNOZORLARIN KATİLİ AY OLABİLİR..! BÖLÜM 1 Evet arkadaşlar; yine ilginç bir makale ile karşınızdayım... Uydumuz Ay daha önceki evre...
-
RUH NEDİR? Ruh'un ne olduğunu analiz ve tarif etmeden önce, evreni gözlemlememiz gerekiyor. Ayrıca bir çok felsefe ve inançtan soy...
-
DİNOZORLARIN KATİLİ AY OLABİLİR..! BÖLÜM 1 Evet arkadaşlar; yine ilginç bir makale ile karşınızdayım... Uydumuz Ay daha önceki evre...
-
Uzayda Seyehat Eden Güneş Sistemimiz Atom parçacıklarından tutun da galaksilere kadar her evren elemanı hareket etmektedir. Evrende a...